Mehmet Ferah'ın Karton Kale'si 2'nci bölümüyle kaldığı yerden devam ediyor.
KARTON KALE - 2
"NEDEN BURDAYIM?"
"İyi misin?" diye sordu adam; sesi hırıltılı ve boğuktu. Başını sesin geldiği yöne çevirdi ama hâlâ yüzünü net göremiyordu.
Korkmuştu; fakat bu, kaybedecek hiçbir şeyi kalmamış insanların hissettiği içgüdüsel ve geçici bir korkuydu. En fazla ne olabilirdi ki? Daha kötüsü ne olabilirdi?
"Nihayet kendine gelebildin," dedi adam, kenardaki eski, kırık bir tabureyi yattığı yere doğru yanaştırıp üzerine yerleşirken.
"Acıyor..." diyebildi yalnızca; tüm hissettiği buydu.
Adam bir sigara yaktı, derin bir nefes çekti, ardından kuru kuru öksürdü.
Dışarıdan, uzaktan gelen ışığın olduğu taraftan bir kamyonun motor sesi duyuldu. Tekerlekler patinaj yapıp ardından sac bir levhanın üzerinden geçerken çıkan gürültü içeride yankılandı.
"Mustafa bulmuş seni... Suriyeli çocuk... Aşağı mahalledeki trafonun yanında, molozların arasında yatıyormuşsun; galiba biri çarpıp kaçmış."
"Arabam!.."
"Arabana bir şey olmamış, korkma; kâğıtları boşaltıp onunla getirdi seni."
Kendisini otomobile taşıyan adamların onu yol kenarına bırakmalarından çok, gün boyu sarf ettiği emeğin heba olmasına üzülmüştü. Depremde yaşadıklarından sonra insanların merhamet duygularını sorgulamıyordu artık.
"Neden burdayım?" diye sordu inleyerek.
Adam, sigarasından bir nefes daha çekip boğazını gürültüyle temizledi, "Suriyelinin kimliği yokmuş, üstelik kaçakmış," dedi.
Mustafa, birkaç gün önce bölge paylaşımı sırasında kavga ettiği çocuktu. Onu pek tanımıyordu; yarım yamalak Türkçesiyle kendisine ettiği ağır küfürleri hatırladı. Yine de çocuk bir anlamda hayatını kurtarmıştı. Yüreği yumuşadı, içten içe affetti onu.
"Kırık çıkık yok, merak etme. Birkaç ezik ve çürük var, hepsi o kadar. Üzerinde kimliğin de yokmuş. Kaçak olabileceğin ihtimaline karşı burada, eski sağlıkçılardan şarapçı Hüseyin sardı yaralarını."
Durumunun sandığından daha iyi olduğunu öğrenince rahatladı. Ama ağrısı hâlâ dinmemişti. Dişlerini sıkarak kendini zorladı, yatağın kenarından destek alarak doğrulmaya çalıştı.
"Sıkıştım..." diye mırıldandı çekingen bir tavırla.
"Dur! Yardım edeyim sana. Bir şeyin yok demedim, sadece kırık yok dedim. Yavaş... omzuma dayan, ha şöyle, yaslan bana!"
Adam ona doğrulmasında yardım ederken oldukça babacan bir tavır sergiliyordu. Küçük, karanlık bölümde, yığınların arkasındaki köşeye iliştirilmiş alafranga tuvalete girer girmez pislik ve yoğun kokudan midesi bulandı. Lavabonun üzerindeki sabun bile kapkara ve yumuşamış bir halde plastik askıya yapışmıştı.
Kalçasındaki ağrı yüzünden zorlanarak işini gördü ve tiksinerek de olsa ellerini sabunlayıp yıkadı. Duvarlara temas etmemeye çalışarak kendini zorladı. Kapıyı kapatıp çıkışa yöneldi. Adam biraz ilerde, devrilmiş kâğıtları istiflemeye çalışıyordu; henüz onu fark etmemişti.
Girişte kimse yoktu; parmaklıklı kapı aralıktı. Sendeleyerek bin bir güçlükle kapıya ulaştı ve dışarı adımını atmak üzereyken adamın sesini duydu:
"Bir Allahaısmarladık demeden mi gideceksin?.."
(Devam edecek...)
Mehmet Ferah