"Beni bir sanat yapıtında en fazla ve en çabuk etkileyen şey onun sessizlik niteliğidir. Bu sessizlik, sesin yokluğundan öte bir şey, etken bir güç, çok anlamlı ve zorlayıcı. Bir resmin yaydığı sessizlik, hem yapıtı hem de bakanı bir renk tarlasındaymış gibi kuşatan bir tür rayihaya dönüşüyor."
(John Banville, Athena)
Rüya âlemidir kurulan.
Bir kültürün ortak arzusundan geriye kalanlar, yaratılan ışık ve renk duyumları; bakanı hareketsiz bırakan bozulmuş, kübik figürlerin yarattığı tuhaf bir sessizliğin içinde, altüst edilen zaman ve durum algısıyla anıtlaştırılan insan ve hayvan bedenleri. Destansı değişimler, soyut alanlar, geometrik işaretler; fiziksel gerçekliğin tersyüz edildiği açık mekânlar.
Uyumsuz bedenler, yıkılmış şehirler ve çoktan unutulan, vazgeçilmiş doğa.
Yanı başında gündelik olana karışıp akıp giden zamanın karşısına, bilincinde katılaşan geçmişle geleceğin arasında sıkışarak donup kalmış, yıkım ve ateşten bir tutkuyla şekillendirdiği büyüleyici imgelerle çıkar Adem Başpınar. Resmini şekillendirdiği her rengi, her ışık parçasını duyusal bir çekimle bir araya getirip yaşadığı çağın üzerine bırakır, bozulmuş bir uyumdan geriye kalan parçalanmışlığın ve yeniden oluşun sonsuz döngüsünü bilip, anlayarak.
Yaşamın sezgisel olandan tamamen arındırılarak; saf aklın, katı materyalist sınırları içinde şekillendirilmesine karşı güçlü bir itiraz hattı kurarak, sanatını bu hattın karşısına konumlandırır.
Sezgi, hayal gücü ve yaratıcı akla olan inancı, onun sanatının izini sürdüğü varoluşu anlayıp yorumlama çabasının değişmez sabitidir.
Her şeyin yitirildiği bir gerçekliği yeniden var edebilmek için, bütün bu dağılmış elementleri kendi kurgusunun peşinden sürükleyen Başpınar, giriştiği sanatsal çabanın sonunda, izleyicisine gerçekliği garanti eden, inanılır bir imaj sunmaz.
İnsanın varlığı, yarattığı uygar dünyanın içinde "anlamını hiçlikte bulan, boş, yalın dolaysızlıktır". Adem Başpınar, Hegelci işte bu varlık kuramın izlerini kurgusal kompozisyonlarındaki sonu gelmeyen uyuşmazlık halleriyle takip eder.
Aidiyet, hareket, geçicilik; açık, soyut mekânlar... Ruh, ölmekte olanın karşısında akar. Orada durur.
Trajik dokunun yarattığı gerçeklik algısı, insan olmanın fizik ötesi temsili ve "tanrısal -yüce olanın-" arayışı... Başpınar, bu yolculuğunu tek ve çok güçlü bir metafora dönüştürerek, kendisini ve ait olduğu evrenini ifade etmek için renk ve ışıkla buluşturur.
Tutkulu rüyalar, derin sarsıntılar, her şeyin unutulduğu uzak sonsuzluk. Gölgeler ve alevler üzerinedir bir başka dünyanın aydınlığı, nesneler dünyasından geçip kanımızın sıcak iklimine seslenir Başpınar. Psikolojik bir simya kurarak perspektif ve boyut algımızı gündelik yaşamın alışkanlıklarından çekip alarak, tuhaf aksaklılar koyar yerine. Olanaksız olanı eğip bükmeye çalışan bir asa gibi kullanır fırçasını; büyüsünü arayan bir büyücü gibi.
"Kant, evrensel tarih fikri ile bağlantılı olarak, insanın çelişkili bir varlık olduğunu vurgular: İnsanın kendisini daha da insan hissetmesi için toplumsallaşmaya eğilimi vardır. Ancak o aynı zamanda büyük bir kopma eğilimi (kendini yalıtma) duyar." [1]
Başpınar'ın yapıtlarında yaratıcılığı tetikleyen mekanizmanın anahtarı işte bu dengesiz ve süreklilik arz eden ilişkinin kendisidir. Bu kopuş aynı zamanda bambaşka ve hiçbir şeyle karşılaştıralamayacak, ölçülemeyecek ya da sınanamayacak kendi içine dönük bir başka aidiyet duygusu geliştirir: Doğaüstü, metafizik bir Benevren. Şiirsel düş gücü, ruhsal derinlik ve bireysel yıkım.
"Her şey yitirildiği için, her şeyin yeniden var edilmesi gerekir çoğu zaman."
(Baudelaire)
Verili olana müdahale edebilmek, kavramsal algının karşısına çıkarılacak bir imgeyle mümkündür ancak. Adem Başpınar, sanatını bu gerçeğin etrafında şekillendirir. O, doğanın bir parçası olduğunu unutanlara seslenirken kendi şiirini dillendirir resimlerinde. Kurduğu sıradışı imajlar renk, ışık ve gölgeler arasında süzülerek dolaşan sözcüklere dönüşür. Bu da onu öyle ya da böyle şiire yaklaştırır. Nihayetinde şiir de resim kadar bir biçim var etme estetiği, bir biçime kendine özgü anlamsal bir boyut kazandırma uğraşıdır.
Ateş lekesi, is lekesi, kan lekesi, kül lekesi ve isimsiz yerler, isimsiz yüzler. Dünyadan gelenler; bir zamanın tam ortasında sessizliğe batıp her şeyin zamana yenildiği günler geceler.
Katre idim ummanlara karıştım
Kaç bulandım kaç duruldum kim bilir
Alemleri kaç devredip dolaştım
Bir sanata kaç sarıldım kim bilir
Bulut olup ağdığımı bilirim
Boran ile yağdığımı bilirim
Altı anadan doğduğumu bilirim
Kaç ebeden kaç soruldum kim bilir
Kaç kez gani oldum kaç kere fakir
Kaç kez altın oldum kaç kere bakır
Bilmem ki kaç kâtip ismimi okur
Kaç defterde kaç görüldüm kim bilir
Kaç alet oldum ellerde bakıldım
Semadan kaç kere indim çekildim
Balçık olup binalarda yapıldım
Kaç yıkıldım kaç kuruldum kim bilir
Bazı nebat oldum toprakta sürdüm
Bilmem kaç atanın sulbünde durdum
Bir defa Cennet-i âlâya girdim
Fakat harra kaç sürüldüm kim bilir
Beni birkaç şekle nakl etti Hallak
Külli şeye kadir Feyyaz-ı Mutlak
Kaç kez kâse oldum kaç kere bardak
Kaç yoğruldum kaç kırıldım kim bilir
Hikmet-i Yezdan'a karışmak muhal
Bazı geda eyler bazı da rical
Bu kaçıncı kemal kaçıncı zeval
Bir Mansur'um kaç dar oldum kim bilir
Şikar olup saydolundum tutuldum
Nice nice pembe olup atıldım
Dokundum tezgâhta halka satıldım
Kaç açıldım kaç dürüldüm kim bilir
Kaç kere süt oldum kaç kere ayran
Kaç kez davar oldum kaç kere kurban
Kaç kez memluk olup misali hayvan
Elden ele kaç verildim kim bilir
Kaç kez gezdim ehli dükkân elinde
Kul ne bilir her şey sultan elinde
İlaç idim Hekim Lokman elinde
Kaç kurudum kaç karıldım kim bilir
Kaçıncı Âdem'in evladındanız
Kaçıncı âlemin bünyadındanız
Kaçıncı fırkanın efradındanız
Kaç gelindim kaç varıldım kim bilir
Gufrani der tarikatım boş değil
Güzel dinle bağrım demir taş değil
Felek ile hiç aramız hoş değil
Kaç barıştım kaç darıldım kim bilir
[1] Timuçin Avşar, Düşünce Tarihi, insancıl Yayınları.