SÖYLEŞİHaber Girişi : 29 Temmuz 2021 07:39

Varol McKars ile sırlar ve aşklar üzerine bir konuşma

Varol McKars ile sırlar ve aşklar üzerine bir konuşma
Kanadalı yazar Varol McKars ile sıradışı bir aşk hikâyesini merkezine aldığı, sırlarla örülü romanı 'Ateş, Su ve Aşk'ı konuştuk.

Ayhan Şahin: Geçtiğimiz ay yayımlanan, Japonya-Kanada-Türkiye üçgeninde geçen romanınız Ateş, Su ve Aşk, gerçekte tek bir aşk hikâyesini konu ediniyor gibi gözükse de, çevresinde küçük küçük aşkların da yer aldığı tutku ve sadakat üzerine yazılmış bir kitap. Sizi bu romanı yazmaya iten saikler nelerdi ve ilk ne zaman yazmaya karar verdiniz? Romanın yazılma serüveninden bahseder misiniz biraz?

 

Varol McKars: Türkiye benim anavatanım; on beş yıl önce de Kanada’ya yerleştim. Japonya’nın ise romanın merkezinde yer almasının ilginç bir öyküsü var: Kanada’ya geldikten sonra tanıştığım, baba-oğul gibi yakınlaştığımız ve geçen yıl vefat eden Kore gazilerimizden Vahe Bedrossian, romana Japonya’yı katmamın nedenlerinden biri. Vahe Bey, Kore Savaşı’na katılmış, yaralanmış ve Tokyo’daki Amerikan hastanesinde üç ay tedavi görmüş. Onun anılarını ilginç buldum ve aynı zamanda tarihe küçük ve kişisel bir not düşme niyetiyle o dönemin Japonya’sını romanın kurgusuna kattım. Bir diğer –belki de daha önemli– etken de, çocukluğumun geçtiği Kumkapı’da, denizden geçen gemilerden biri olan bir Japon şilebinin rüyama girmesiydi. Galiba on yaşındayken gördüğüm bu alabildiğine renkli rüyada, o gemi ile Japonya’ya gitmiştim. Bu rüyayı bugün bile çok net hatırlıyorum. Japon toplumuna duyduğum saygı ve hayranlık da bunları tamamlıyor elbette. Belki bu nedenlerle romanın merkezine koyduğum Japonya’da geçen bölümler, yazarken bana ayrı bir heyecan verdi. Zaman zaman kendimi Paulo Coelho’nun Simyacı’sındaki Endülüslü Çoban Santiago gibi hissettim.

 

 

A.Ş.: Roman, 1951 yılında, Tokyo’da meydana gelen, yüzden fazla kişinin öldüğü korkunç bir tren kazasıyla açılıyor ve 1990’lı yılların İstanbul’unda yaşanan bir aşk hikâyesiyle devam ediyor. Japon ve Türk karakterlerin değişik zamanlarda tezahür eden aşk öykülerinin “şimdi”de kesişmesini nasıl yorumluyorsunuz?

 

V.M.: Birbirinden kopuk, ayrı görünen aşk öykülerini yazarken garip bir biçimde Haruki Murakami’nin 1Q84 romanındaki paralel evrenler olgusundan etkilendiğimi söylemem gerek. Ama hepsi bu kadar. Benim romanımda ise “paralel aşk öyküleri” arasındaki bağlantıyı sağlayan büyük bir sır var. Siz isterseniz bu sırrı, kesişme noktası olarak da tanımlayabilirsiniz. Bu sır, aşk öykülerinin “şimdi”de kesişmesini neredeyse kaçınılmaz hale getiriyor.

 

 

A.Ş.: Evet, zaten romanınız da sırlarla dolu yan hikâyelerin –ve geçmişten günümüze uzanan tarihsel bir kesitin– tek ve büyük bir sırra bağlandığı ilginç ve etkileyici kurgusuyla dikkati çekiyor. Öte yandan, roman boyunca klasik edebiyata özgü “zaman” kavramının düz ve çizgisel ya da dün-bugün-yarın art ardalığı biçiminde ilerlediğini, mekânların da gerçeklik düzleminde verildiğini görüyoruz. Böylesi bir biçimi tercih etmenizin bir nedeni var mı? Ve bu yapıyı kurarken karşılaştığınız zorluklar oldu mu?

 

V.M.: Romanı düz-çizgisel zaman formatında yazmanın okuyucuya kolaylık ve rahatlık sağlayacağını düşündüm. Kurgu da buna uygundu. Ayrıca zamanı çizgisel olarak ilerletirken başlangıçta birbiriyle ilintisiz gibi görünen farklı mekânlardaki yan öykülere de yer verdim. Her biri kendi başına olağan, hatta sıradan görünen bu öykülerin bir araya gelerek tek bir gerçeğe, daha doğrusu gerçek ötesine dönüşmesini sağlamak ve göstermekti hedefim. Yine de bazı geriye dönüşler kaçınılmazdı ve bunu da kurguyu daha karmaşık hale getirmeden yapmaya çalıştım. Ne ölçüde başardığım ise herhalde okuyucuların takdiriyle ortaya çıkacak.

 

 

A.Ş.: Daha ilk sayfalarında insanı içine çeken yalın ve akıcı üslubunuzla Ateş, Su ve Aşk’ta okuyucuyu, sınır tanımayan, kuralsız, ölçüsüz ve gerçeküstü bir yolculuğun ortasına bırakıyor; hemen her sayfasında aşk üzerine düşünmeye, konuşmaya, sorgulamaya zorluyorsunuz. Ancak az önce de söylediğim gibi, baştan sona gizemle örülmüş bir yönü de var romanın. Biz okurlar, aşk ve gizemi tek bir kavram olarak mı düşünmeliyiz sizce?

 

V.M.: Aşk ve gizemi tek bir kavram olarak düşünmek doğru değil; ama ikisi arasında yakın bir bağ olduğu kanısındayım. Genel olarak bir aşk hikâyesine ne kadar gizem katarsanız, okuyucu için o ölçüde daha ilginç ve sürükleyici hale gelir. Aşkın, âşık olmanın nasıl bir duygu, nasıl bir ruh hali olduğunu üçüncü bir kişiye, hatta âşık olduğunuz kişiye bile aktarmak bazen çok zor olabilir. Bu bağlamda aşk, onu yaşayan kişinin dışındakiler için bir gizeme dönüşebilir. Bazen de aşkın üzerindeki gizem örtüsünü, âşık olanın davranışlarını gözlemleyerek kısmen kaldırabiliriz. Orhan Pamuk’un Masumiyet Müzesi’nde Kemal’in âşık olduğu kadının, Füsun’un özel eşyalarını çalarak bir müze kurması obsesyona dönüşmüş bir aşkın gizemini aralıyor. Ateş, Su ve Aşk’ta da Ateş’in, Su’yu hatırlatan daruma heykelciğini yıllar boyunca saklaması da obsesyona dönüşen bir aşkın dışavurumu aslında. Ancak daruma, Füsun’un özel eşyalarının aksine, romanın en derin sırrını saklayan bir kasa aynı zamanda.

 

 

A.Ş.:Romanınızda 1923’teki Büyük Kanto (Japonya) Depremi, 1999’daki İzmit-Gölcük Depremi ve 2011’deki Tohoku (Japonya) Depremi gibi tarihsel olarak birbirine çok uzak kesitleri bir araya getirmek kurgusal açıdan sizi zorladı mı?

 

V.M.: Kolay olduğunu söyleyemem. Ama romanı beş yıla varan uzun bir süreçte tasarlayıp yazmam, kurguyu sağlamlaştırmak, olay örgüsünü sağlam tutmak açısından işimi kolaylaştırdı.

 

 

A.Ş.: Bir avuç Kanadalı Türk’ün Türk dilini ve edebiyatını yaşatmak için yirmi yıl önce kurduğu Ankara Kitaplığı’nda, bildiğimiz kadarıyla okuma günleri, öykü yarışmaları gibi etkinliklerin yanı sıra usta edebiyatçıları da ağırlıyorsunuz. Bugüne kadar davet ettiğiniz konukların arasında Yekta Kopan’dan rahmetli Sait Maden’e, Ayşe Kulin’den Zülfü Livaneli’ye çok sayıda yazar bulunuyor. Ankara Kitaplığı’nın yönetim kurulu başkanı olarak bize biraz faaliyetlerinizi anlatır mısınız?

 

V.M.: Bu yıl yirminci yaşını kutlayan Ankara Kitaplığı, bir avuç gönüllü ve birkaç kitap ile yola çıktı. Kâr amacı gütmeyen bu organizasyonun temelini atanların yer aldığı ilk kuşak Türk göçmenler, bir zamanlar Türkiye’den gelen üç ay öncesine ait gazeteleri kütüphanelerde okuyarak anavatanla olan bağlarını koruyordu. Şimdi, Türk dili ve edebiyatını Kanada’da da yaşatmak için çok başarılı işler yapıyoruz. Sevim Önen ve Yaman Üzümeri gibi kurucu büyüklerimiz bugün de bizimleler. Yönetim kurulumuz, “çalışanlarımız” gönüllülerden oluşuyor ve kararları kapsamlı değerlendirme ve tartışmalardan sonra birlikte alıyoruz. Başkan dikte edici değil, bir koordinatör. Ankara Kitaplığı’nın kültürü böyle.

 

Şimdiye kadar onlarca yazar ve sanatçımızı Kanada’da ağırladık; öte yandan Sabahattin Ali, Sait Maden gibi artık hayatta olmayan sanatçılarımızı da çeşitli etkinliklerle andık. Örneğin, sevgili Yekta Kopan ile geçen yılın sonlarında yoğun ilgi gören bir yaratıcı yazarlık kursu gerçekleştirdik. Değerli sanatçımız merhum Sait Maden’in Şık Derviş adlı belgeselini, Toronto’da, yapımcısı Ömer Durmaz Hocamız ve belgeselin yönetmeni Miraç Güldoğan’ı konuk ederek gerçekleştirdik. Yaşamı trajik bir biçimde sona eren değerli sanatçımız Sabahattin Ali’nin 111. doğum yıldönümünü Toronto’da, Nebil Özgentürk’ün de katılımıyla kendisinin Sabahattin Ali belgeselini göstererek kutladık. Bu isimlere, Ayşe Kulin, Coşkun Aral, Nermin Bezmen, Zülfü Livaneli ve daha nice yazar ve sanatçımızı eklemek mümkün.

 

Ankara Kitaplığı, sadece ödünç kitap vererek başladığı kültür yolculuğunu bugün, edebiyat ve sanatın her alanına dokunan coşkulu etkinliklerle çok daha zenginleştirdi. Pandemi öncesine kadar kitap ödünç vermeye, faaliyetlerimizi en eski ve orijinal haliyle yürütmeye de devam ediyorduk.

 

Son olarak geçtiğimiz 29 Ekim’de Prof. Dr. Yılmaz Büyükerşen ve tarihçi Sinan Meydan ile cumhuriyet üzerine bir sohbet programını, tabii uzaktan iletişimle gerçekleştirdik. Yirminci yılımızı çok daha renkli ve coşkulu kutlamayı planlamış olsak da, pandemi nedeniyle mart ayından itibaren planlarımızı tamamen değiştirmek zorunda kaldık. Bu durum, teknolojiyi daha yoğun ve etkin bir şekilde kullanmamız için de bir fırsat yarattı ve etkinliklerimizi tamamen sanal bir ortama taşıdık. Yönetim kurulu toplantılarımızı da mart ayından beri Zoom üzerinden gerçekleştiriyoruz.

 

Ben, Kanada’ya geldikten kısa bir süre sonra, Ankara Kitaplığı ile tanışmaktan ve bugüne kadar izleyici, gönüllü, yönetim kurulu üyesi ve iki yıldır da başkan olarak bu camianın bir parçası olmaktan da çok mutlu ve gururluyum. Kasım ayı itibariyle gönüllü olarak sürdürdüğüm bu görevimden ayrıldım. Yerimizi alacak, Türk dili, kültürü ve edebiyatına sahip çıkacak Atatürkçü gençler yetiştirmemiz ise galiba en büyük başarımız.

 

 

A.Ş.: Tekrar romana dönmek istiyorum izninizle: Ateş, Su ve Aşk’ta semboller daha çok zaman-mekân birliği içinde kullanılsa da, gerçeklik ile gerçekdışılık unsurlarının iç içe geçmesi nedeniyle anlamda bir tür çokkatlılığa yol açıyor. “Dev gemi”, daruma”, “okyanus”, “büyük beyaz kuzey”, “rüya” ve tabii ki başkarakterlerin isimleri “ateş” ve “su”ya yüklenen anlamlar... Bütün bu sembollerin ve en önemlisi de “okyanus”un romandaki yerine değinebilir misiniz? Sembolleri seçerken temel bir kriteriniz var mıydı?

 

V.M.: “Ateş” ve “Su” adlarını seçerken ana karakterlerin hem zıtlığını hem de kaçınılmaz birlikteliğini vurgulamaya çalıştım. Okyanus’a gelince: Romanın ana karakterlerinden Ateş’in tutku ve korkularını, çelişkili ruh hallerini anlatırken okyanus sembolünden yararlandım. Çünkü metindeki okyanus metaforu, dünyanın farklı yerlerindeki öyküleri fiziksel olarak birbirinden ayıran bir tür erişilmezliği simgeliyor; bu da elbette ki özlem, gizem, korku, ölüm gibi pek çok duyguyu barındırıyor içinde. Çokanlamlılığa açılan diğer bütün motifler gibi “daruma” da, roman boyunca karşımıza çıkan, kendini asla unutturmayan, romanın en derin sırrını saklayan kilit sembolü.

 

 

A.Ş.: Ateş, Su ve Aşk, on ülke ve otuzu aşkın mekânda geçiyor, bu da okurlara bir yandan hem birbirinden çok farklı kültürleri ve mekânları, hem de onların tarihsel arka planlarını gösteriyor. Biçim-içerik ekseninden bakarsak, karakter-mekân ilişkisinin sizce kurgudaki yeri nedir?

 

V.M.: Romanda geçen mekânların çok büyük bir kısmını gördüm, gezdim. Pek çok durumda bu mekânlar üzerine sonradan bir roman kurgulayacağımı ise düşünmemiştim. Bunun istisnaları da var. Örneğin, Annapolis’teki Amerikan Deniz Kuvvetleri Harp Akademisi’ni sadece romanın karakterlerinden birini kurgulamak için ziyaret ettim. Bazı karakterleri oluştururken, kendim dahil, gerçek hayatta tanıdığım insanlardan esinlendiğimi söylemekte sakınca görmüyorum. Hayal gücümü kullanarak bu kişilere tamamen kurmaca olan karakterleri de kattım ve romanın örgüsünü oluşturdum. Karakterlerle onların bulunduğu mekânlar arasında doğrudan bir bağlantı kurmak en önemli kaygım değildi. Hatta romanı okuduğunuzda, pek çok kez, karakterlerin, bulundukları mekânın bir parçası olmadığını ya da olamadığını, orada geçici, dahası olağanüstü koşulların sonucunda bulunduklarını fark edebiliyorsunuz. Bu durum, romanda bir tür dengesizlik, rahatsızlık yaratarak o durumu değiştirmeye zorluyor, bu da kurguya bir dinamizm katıyor diye düşünüyorum.

 

 

A.Ş.: Bir süre önce İngilizce olarak yayımladığınız ilk öykü kitabınız Nine Car Lives’ın ardından kendi anadilinizde bir roman yazmaya kalkışmak nasıl bir duygu? Yazınsal açıdan İngilizce ile Türkçe arasında ne gibi farklılıklar var?

 

V.M.: Ben tercihimi en başta kesin olarak yaptım ve romanı anadilim olan Türkçeyle yazmaya karar verdim. Anlatıma hâkim olmak, düşünce ve duyguları en iyi şekilde aktarmak için anadilin çok daha etkili olduğuna inanıyorum. Sonuçta ne kadar akıcı konuşuyor ve yazıyor olsam bile İngilizce benim anadilim değil. Özellikle, doğal, akıcı diyalogları yazmak için İngilizceyi anadiliniz olmasa dahi çok küçük yaştan itibaren öğrenmeniz şart. Bendeniz, Toronto Üniversitesi’nde dünya ekonomisi hakkında belki bir saat sorunsuzca konuşabilir ve soruları yanıtlayabilirim. Ama dışarı çıkınca köşe başında benden sigara almak için beş dolar isteyen bir evsizle çok rahat ve doğal bir iletişim kurmam daha zor. Ayrıca, editörümle, çok titiz ve zaman baskısı yaşamadığımız bir çalışmamız oldu. Bu sayede romanın anlatım açısından olgun bir roman olduğuna inanıyorum.

 

 

A.Ş.:Romanda okurları ters köşe yapacak bölümlerin olması bir yana, bana en şaşırtıcı gelen kısmı, final bölümünde, ilk bölümdeki Sakuragicho istasyonunda meydana gelen büyük tren kazasına gönderme yapılmış olmasıydı. Bir devam romanı mı var aklınızda?

 

V.M.: Buna henüz karar vermedim. Üzerinde düşünüyorum. Romanın göreceği ilgi kadar benim “sonrası” için neler hissedeceğim de önemli sanıyorum. Bunun için de biraz daha zaman geçmeli, roman belleğimde eskimeli ve yazarı olarak metne yabancılaşmalıyım diye düşünüyorum.

 

(Varlık dergisi, 2021)

 

Yorum Yaz
  • UYARI: Konuyla ilgisi bulunmayan, hakaret içeren cümleler veya imalar, inançlara saldırı, şiddete teşvik yorumları onaylanmamaktadır.